Balıkçı ve Cin
Peri Masallarını sever misiniz ? 1001 Bin Gece Masalları, uzun zamandır ortalıkta dolaşan heyecan verici bir hikaye.
Balıkçı ve Cin Masalımıza hoş geldiniz. Bir zamanlar masmavi denizlerden ne yakalayabilirse onu inkar etmeksizin yiyerek geçimini sağlayan çok fakir bir balıkçı yaşıyormuş. Balıkçı her gün güneşin ilk ışıklarıyla beraber denize açılıyormuş. Günlerden bir gün Balıkçı her sabah olduğu gibi güneşin ilk ışıklarıyla beraber ağını umutla denize atmış.
Bir vakit bekledikten sonra ağının ağırlaştığını fark edip onu çekmeye başlamış. Fakat ağ sandığından çok daha ağırmış. Balıkçı hevesle “Hemen ağı çekmeliyim, belki içinden çok fazla balık çıkar” diye çok sevinmiş. “Pazara götürür satarım, birazcıkta elime para geçer” diye düşünmüş ve ağı teknesine almış. Fakat balıkçının sevinci çok uzun sürmemiş.
Ağının içerisinden kocaman bir tekerlek çıkmış. Balıkçı üzülse de yılmamış ve ağı tekrar denize atmış. Bir süre geçtikten sonra ağının tekrar ağırlaştığını fark etmiş. Balıkçı tekrardan büyük bir heyecana kapılmış ve ağı çekmeye başlamış. Bin bir güçlükle ağı tekneye çıkarmış ama işler yine umduğu gibi gitmemiş. Bu sefer de ağın içerisinden araba parçaları birkaç çöp çıkmış. Balıkçı burada insanların çöplerini bulundurduğunu ve denize daha da açılması gerektiğini düşünmüş.
Bir taraftan da kızmış. “Neden insanlar çöplerini denize atıyormuş?” Bu düşüncesi içerisinde teknesiyle denize biraz daha açılmış. Sonunda iki tepe arasında insanlardan bir hayli uzak yerde teknesini çekerek ağını tekrar denize salmış.
Bir süre bekledikten sonra yine ağının ağırlaştığını fark etmiş. Balıkçı içinden “Bu sefer büyük bir balık yakaladım galiba” diye sevinçle ağı çekmiş. Ağı tekneye çıkarmış çıkartmasına da ağın içinde yine balık çıkmamış. Bir zamanlar tepelerden düşen kaya parçalarının ağa takıldığını fark etmiş. Balıkçı artık iyiden iyiye hüzünlenmiş. Fakat yine de büyük bir kararlılıkla pes etmemek, her zaman kaybetmekse asla vazgeçmeyeceğim diyerek ağını denize tekrar atmış.
Bu balıkçının son şansıymış çünkü vakit epeyce geç olmuş ve eğer bu seferde balık çıkmazsa balıkçı eve aç dönecekmiş. Bir süre sonra tekrar ağının ağırlaştığını fark etmiş. Balıkçı hemen ipe sarılmış ama ağ öyle ağırlaşmış ki balıkçının ağı tekneye çekmesi imkansızmış. Balıkçı pes etmemiş. İtmiş, çekmiş, çabalamış, didinmiş ve en sonunda böyle olamayacağını anlamış.
Kendini denize atarak oradan ağı itmeye başlamış. En sonunda ağı tekneye çıkarmaya başarmış. Fakat ağın içerisinden sadece bir balık çıkmış. Bunun yanında da bakır bir ibrik çıkmış. Balıkçı yaşadığı hayal kırıklığının yanı sıra, bakır ibrik biraz para eder diye düşünerek onu bir güzel ovuşturmuş, temizlemiş. Ondan sonra eve geldiğinde, ibriğini iyice parlatmış ve artık satılmaya hazır bir hale getirmiş.
Fakat ibrik gerçekten çok ağırmış. Balıkçı ibriğin ağzını açar açmaz, masmavi bir duman yükselmeye başlamış. Dumanın içerisinden belirli şekiller görülmeye başlanmış. Duman git gide bir silüet halini alıp balıkçının gözleri fal taşı gibi olmuş. Çünkü o silüette gördüğü şeyden hem korkmuş hem de çok şaşırmış.
Balıkçı en sonunda ortada beliren kişinin bir cin olduğuna kanaat getirmiş. Tam o esnada cin, gür sesiyle “Beni hapsolduğum yerden çıkarmaya kim cüret etti” diye bağırmış. Cin’in ağzı karanlık mağaralara benziyormuş. Sesi ise yeri görü inletiyormuş. Balıkçı korkuyla adeta miyavlarcasına kendisini belli etmiş.
“Şey ben bir balık tutmak için denize açılmıştım. Ben bir balıkçıyım.”
Cin balıkçının bulunduğu tarafa bakmış. “O zaman ölmeye hazırlan” diye balıkçıya gürlemiş. Balıkçı Cin’e bakarak “Cinlerinin iyi olduklarını düşünürdüm, ben seni bu küçücük karanlık ibrikten kurtardım sen ise beni öldürecek ve böyle mi ödüllendireceksin hiç anlamadım ben bu işi.” demiş.
Cin bunun üzerine balıkçıya dönerek “Yıllar önce Kral Süleyman tarafından cezalandırılarak bu ibriğe tıkıldığını ve denize atıldığını söylemiş. “İlk zamanlarda kendime bir söz verdim. Beni serbest bırakana dünyadaki bütün altınları verecektim. Ama kurtaran olmadı.”
Balıkçı bunun üzerine “vay be güzel bir av olurdu.” Daha sonra cin konuşmaya devam etmiş. “Uzun zaman geçti. Tam 100 yıl. Bu sefer beni kurtarana dünyanın bütün mücaferratlarını vereceğimi söyledim. Ama o kişi çok geç kaldı. Aradan 200 yıl geçti. Kendime bir söz daha verdim. Beni buradan kurtaranı öyle öldüreceğim ki ölümünü kendi seçecek. Beni sen kurtardın şimdi söyle nasıl ölmek istersin?”
Balıkçı kendi kendine düşünmüş. “Bu cinle dövüşecek kadar güçlü değilim. Ama onu zekamla yenebilirim” diye düşünmüş. Ve şöyle demiş. “Sen beni öldüreceksin evet biliyorum ama senin bu ibrikten çıktığına inanmıyorum.” Cin şöyle demiş. “Nasıl inanmıyorsun? “Ben bu ibrikten çıktım gözlerinin önünde hem de.” “Yok yok sen bu ibrikten çıkmış olamazsın. Hiç zannetmiyorum.”
Cin bu sözlerin üstüne öfkeden soluyarak yüzü ateşe benzer bir renk almış. “Ben ibrikten duman olarak çıktım. Görmüyor musun?” “Allah Allah demiş, mantarı yerden alıp. “Baksana senin baş parmağın bile girmez buna.” Cin bunun karşısında “istersem büyüyüp gökyüzünü bile kaplarım. İstersem de senin eğilip iyice baktıktan sonra görebileceğin karıncaya bile dönüşürüm.” demiş.
Balıkçı kahkahalarla gülmeye başlamış. “Ben gördüğüme inanırım.” Cin kulaklarından, burnundan ateşler çıkarıyormuş ve o kadar sinirlenmiş ki buharlaşıp ibriğin içine girmiş. Cin içeriden kükreyerek “Şimdi inandın mı” diye sormuş.
Balıkçı cin içeri girer girmez mantarı ibriğin ucuna takmış. Kendiyle gurur duyuyormuş. “İnandım yahu, inandım” diye gülmeye başlamış. Cin birden olanların farkına varmış ve içeriden yalvarmaya başlamış. Balıkçıya onu tekrar dışarıya çıkartmasını istemiş. Ama balıkçı ona aldırış etmeden “Bir yüz yıl daha bekler, seni oradan kurtaranı nasıl olsa öldüreceğini düşünürsün.” Cin hala yalvarıyormuş. Daha sonra Cin ona, “Bak, sana ömrünün sonuna kadar yetecek servet bağışlarım. Yeter ki çıkar beni.” demiş.
Balıkçının kahkahaları birden dinmiş. Balıkçı, eğer Cin bir daha ona rahatsızlık vermezse, onu oradan çıkarabileceğini söylemiş. Bunun üzerine cin ona söz vermiş. Balıkçı biraz düşündükten sonra mantarı ibriğin ucundan çıkararak cin’i tekrar özgürlüğüne kavuşturmuş.
Cin ibrik’ten çıkar çıkmaz balıkçıya; “”Şu gölü görüyor musun?” Elinin baş parmağıyla yemyeşil ormanın içindeki gölü göstererek, Fakat bir farklılık varmış. Göl mavi değil, gümüş renkliymiş. Cin sözlerine devam etmiş. “O gölü benden başka kimse bilmiyor. Tabii şimdi sen de öğrendin. Oraya dünyalar kadar güzel benim gözetimimdeki bir göl, gölün içinde senin tutmaya çalıştığın balıklardan çok değerli balıklar var. O balıkları tut ve merhametli bir o kadar adaletli sultana götür. Sultan ancak rüyasında görebileceği kadar büyük bir serveti sana bağışlayacak.” demiş.
Balıkçı Cine minnettar olmuş. Bir an bile durmadan ağını alıp doğruca göle gitmiş. Oraya varır varmaz ağını göle atmış. Hiç beklemeden balıklar ağa takılmış. Balıkları gören balıkçı, inanamamış gözleri hayretler içerisinde kalmış. Çünkü o bugüne kadar gördüğü balıkların en güzeli imiş. Hepsi rengarenk, kırmızı, yeşil, sarı, mavi ve gökkuşağı renginde balıklar varmış.
Balıkçı bütün bu balıkları alarak Sultan’a gitmiş. Sultan bu eşi olmayan balıkları karşısında görünce, torunlarına miras bırakabilecek kadar altın, mücevher ve gümüşlerle balıkçıyı ödüllendirmiş.
Balıkçı mutluluğuna mutluluk katmak için evlenmiş. Daha da mutlu bir hayat kurmuş. Balıkçı’nın sevdiği ve en çok yapmak istediği torunlarına karşısına çıkan cini anlatmakmış. Daha sonra çocuklarının ve torunlarının gümüş renkli gölde avlanmaları için onları oraya götürmüş.
Ancak gölü hiçbir yerde bulamamış. Sultan’ın ona verdiği serveti kullanarak ailesiyle beraber sonsuza denk mutlu bir yaşam sürmüş.